Lenin tam yüz yıl önce 1919’da, “dünya egemenliği, kısaca ifade etmek gerekirse, devamı emperyalist bir savaş olan kapitalist politikanın özüdür.” demişti. Lenin’in emperyalizm teorisinin merkezinde “tekelci sermaye” bulunuyordu. Ona göre, “emperyalizmin ekonomik özü tekelci kapitalizmdi” ve “üretimin yoğunlaşması ve bundan doğan tekeller, bankaların sanayiyle kaynaşması veya iç içe geçmesi; mali sermayenin ortaya çıkışının tarihi ve bu kavramın özü” idi.
Lenin’in emperyalizm teorisinde “tekelci sermayeye” sürekli vurgu yapmasının ve kapitalist politikanın özünün dünya egemenliği için mücadele ve savaş anlamına geldiğini sürekli belirtmesinin nedeni, o dönem sosyalist hareket içinde egemen sermayenin niteliği ve kapitalist politikanın özüne ilişkin yanlış kavrayışların yaygın ve etkili olması; bu kavrayışların emekçilerin devrimci mücadelesine teorik ve politik düzeylerde ciddi zarar vermesiydi.
O dönem sosyalist hareket içinde emperyalizm konusunda yaygın olarak kabul gören anlayış en bütünlüklü ifadesini Alman Sosyal Demokrat Partisi lideri Karl Kautsky’nin emperyalizm teorisinde bulmuştu. Lenin’in en fazla eleştirisini yazdığı yazarlardan biri olan Alman Sosyal Demokrat Partisi lideri Karl Kautsky savaşı, farklı ülkelerin tekelci sermayelerinin kendi özgül çıkarları doğrultusunda gelişen yayılma ve genişleme hamlelerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak değil, sömürgecilik ve militarizmden beslenen kapitalist grupların faaliyetlerinin ürünü olarak görüyordu.
Kautsky’nin teorisine göre, kapitalizmin sağlıklı gelişmesi uluslar arasında kapitalist bütünleşmeyi arttıracak, kapitalist gelişme çizgisi kapitalistleri uluslararası bir birliğe doğru sürükleyecekti. Ona göre, kartel birleşmelerinin ekonomide gördüğü bütünleştirici işlev politikada da karşılığını bulacak, kendisinin “ultra-emperyalizm” dediği bir aşamanın ortaya çıkması için ciddi bir engel kalmayacaktı.
Kautsky bu teoriden hareket ederek, savaş sonrasında kapitalistlerin gerçek çıkarlarının silahlanmada, savaşta değil sağlıklı bir ekonomik gelişmede olduğunu göreceklerini ve faaliyetlerini bu doğrultuda yürüteceklerini şöyle savunuyordu:
“Savaş sonrası silahlanma yarışına devam edilmesi için, silahlanmadan sağlanan bazı kazançları göz ardı edersek, kapitalist sınıfın bakış açısından bile ekonomik gerekçe yok. Aksine, kapitalist sistem tam da bu tür çelişkiler yüzünden tehdit altındadır. Uzun erimli çıkarlarını görebilen her kapitalist şimdi diğer kapitalistlere şu çağrıyı yapmalıdır: “Tüm dünya kapitalistleri, birleşin!”
Kautsky tüm reformistlerde olduğu gibi, kapitalistlerin “uzun erimli çıkarlarını” onlardan daha iyi gördüğüne inanıyor; kapitalizmin özsel niteliği olan sermaye birikimi uğruna rekabet ve çatışmanın yumuşayabileceğini, kapitalizmin giderek “sağlıklı” bir zemine oturabileceğini düşünüyordu. Kautsky’nin ifade ettikleri daha sonra her türden reformizmin düşünsel dayanak noktası konumuna geldi.
Lenin emperyalizm teorisini inşa ederken en fazla Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” teorisiyle uğraştı, bir bakıma kendi teorisini ultra-emperyalizm” teorisinin eleştirisi üzerinden temellendirdi. Emperyalizm üzerine bu iki teori, 20. yüzyılda keskin bir ayrışmanın tarafları haline geldi.
Lenin’in emperyalizm teorisi, 20. yüzyıl devrimlerinin ve devrimcilerinin temel teorik hareket noktası olma konumunu kazanırken; Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” teorisi ise her türden reformist akım için kapitalizmi güzelleme, kapitalistleri aklama, kapitalizmle bütünleşme yolunda asli bir kılavuz işlevi gördü.
Solda özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında yaşanan düşünsel keşmekeşten en fazla zarar gören alanlardan biri Lenin’in emperyalizm teorisi oldu. Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorisi lafta reddedilse dahi ruhlarda ve bilinçlerde oldukça etkili bir konum kazandı. Bunu solda hakim konuma gelen kavramsal dünyadan dahi kolayca görmek mümkün.
Emperyalizm teorisinin başat kavramları yerini liberal küreselleşme teorisinin kavramlarına bıraktı. Amerikan emperyalizminin en katı savunucularından Henry Kissinger, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yazdığı kitabında, ABD’nin o güne dek sürdürdüğü hegemonyayı “yarım hegemonya” olarak adlandırmış, “komünist ülkeler ve Bağlantısızlar ABD hegemonyası altında değildi” demişti.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD emperyalizminin ana stratejisi “yarım hegemonyadan” “tam hegemonyaya” ilerlemek olarak şekillendi. Bu Lenin’in “dünya egemenliği” olarak adlandırdığı “kapitalist politikanın özüne” işaret ediyordu ve kaçınılmaz olarak savaşları doğuruyordu.
Emperyalizm demişti Lenin, “her yere özgürlük değil, egemenlik tutkusunu götüren mali sermayenin ve tekellerin çağıdır.”
Amerikan emperyalizminin günümüzde Latin Amerika’dan, Ortadoğu’ya, Asya’ya uzanan azgın saldırgan hamlelerinin özü de, Lenin’in “dünya egemenliği” kavramında ve emperyalizmin her yere götürdüğü “egemenlik tutkusunda” tam ifadesini buluyor.
Lenin’in emperyalizm teorisi, günümüz dünyasının temel politik ve ekonomik gerçekliklerini kavramaya çalışırken halen en verimli temeli sunmaya devam ediyor. Amerikan emperyalizmi uzun yıllardır adeta Lenin’e nazire yaparcasına, “egemenlik tutkusuyla” uzandığı coğrafyalarda gerçekleştirdiği pek çok askeri-politik operasyonuna içinde “özgürlük” sözcüğünün geçmediği tek bir isim bile vermiyor.
Amerikan emperyalizminin “dünya egemenliği” hedefi doğrultusunda geliştirdiği agresif hamleler son birkaç ayda Latin Amerika ve Ortadoğu coğrafyalarında Venezüela ve İran üzerinde yoğunlaştı. Bir taraftan ekonomik yaptırımlar adı verilen ekonomik kaynakları kurutma operasyonlarıyla halklar açlık ve yoksulluk cenderesine alınırken, diğer taraftan da askeri kuşatma ve politik yalıtma operasyonlarıyla bu ülkelerdeki direnç noktaları kırılmaya çalışılıyor.
Latin Amerika ve Ortadoğu’daki Amerikan operasyonları daha geniş bir “dünya egemenliği” stratejisinin bölgesel uzantıları konumunda. ABD’nin “dünya egemenliği” stratejisinin merkezinde yükselen kapitalist güç Çin’in geriletilmesi hedefi bulunuyor. Dinmiş görünen hatta sonlanacağı iddia edilen ABD ile Çin arasındaki “ticaret savaşının” aniden şiddetlenmesi ile ABD’nin Latin Amerika ve Ortadoğu’da artan saldırganlığının eşzamanlılığı ilişkinin doğasına işaret ediyor.
ABD’nin Çin’le “ticaret savaşını” sonlandırmak amacıyla yürüttüğü ve başarısız olan müzakerelerde öne sürdüğü talepler Lenin’in teorisinin temel öncüllerinin yaşanılan süreçleri açıklamakta ne denli dakik olduğunu son derece açık gösteriyor. ABD’nin müzakerelerde Çin’den ne istediğini, Çin Komünist Partisi yayın organı olan Peoples Daily’nin editörü (bir anlamda parti sözcüsü) “ticaret savaşının” kızıştığı günlerde bir başyazıda şöyle ifade etti:
“Çin bir ticaret savaşına kesinlikle dahil olmayı istemiyor. Ancak, Trump hükümeti Çin’in yüksek teknolojili gelişimini frenlemek ve yüksek teknoloji endüstrisini marjinalize etmek istiyorsa, mesele başka bir hal alacaktır“
Yüzeyde yükseltilen gümrük vergileri olarak görünen “ticaret savaşı” esas olarak Lenin’in teorisinin parlak bir doğrulanması olarak beliren sertleşen kapitalist rekabet ve hegemonya mücadelesiydi. İki Amerikan savaş gemisinin tam da Çin’le “ticaret savaşı” müzakereleri yürütülürken bir kez daha Güney Çin Denizi’ne “navigasyon özgürlüğü” gerekçesini göstererek girmesi ve Çin’den çok sert bir karşılık alması sözde ticaret savaşının gerçekte çok daha kapsamlı bir kapışmanın sadece bir belirtisi olduğunun ifadesiydi.
ABD yönetimi “İran tehdidi” gerekçesiyle Ortadoğu’ya nükleer kapasiteli bombardıman uçakları, savaş uçakları, savaş gemileri, füze sistemleri yığıyor. ABD yönetiminin İran ya da vekillerinden ABD ve ABD müttefiklerine saldırı istihbaratları geldiği yönünde açıklamalar yaptığı ve Ortadoğu’yu silaha boğduğu günlerde, Suudi Arabistan ve BAE petrol tankerlerine sabotajlar düzenlendi.
Gelen istihbaratların kaynağının İsrail istihbarat örgütleri olduğu pek çok kaynak tarafından belirtildi. ABD’nin Avrasya’da egemenlik için Ortadoğu kilidini açması bir zorunluluk ve kilidi açmanın yolu İran’dan geçiyor. İran Çin’in iddialı Kuşak ve Yol Projesi’nin de hassas kavşak noktalarından birisi. ABD’nin İran’a uyguladığı yaptırımlardan en fazla etkilenen iki ülke de Çin ve Hindistan. İran söz konusu olduğunda ABD ve Çin’in yolu birçok noktada kesişiyor.
ABD yaptırımları Çin’in ihracatının yüzde altmışını oluşturan petrol satışlarını sıfırlamayı hedefliyor, ABD bununla da kalmıyor, adeta dalga geçer gibi, yaptırımlarla İran’dan petrol satın almasını engellemeye çalıştığı ülkelere petrol satın almak için Suudi Arabistan ve BAE adreslerini gösteriyor. Çevresini askeri üslerle, füzelerle, uçaklarla, düşmanlarla kuşattığı İran’ı dünyaya “büyük bir tehdit” olarak satıyor. İran’ın 2018 yılı silahlanma harcaması 10 milyar dolar civarında. İran’ın karşısında konumlanan ülkelerden sadece Suudi Arabistan 2018 yılında silahlanmaya 68 milyar dolar yatırdı. ABD’nin 2018 harcaması 648 milyar dolardı ama dünyayı İran tehdit ediyordu.
Venezüela’da dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip olan ülke ve Bolivarcı hükümet döneminde Çin ve Rusya ile önemli ilişkiler geliştirdi. Venezüela hükümeti petrolle ödeme yapmak koşuluyla bugüne dek Çin’den 80 milyar dolar borç aldı. Çin şirketleri Venezüela’da önemli yatırımlar yaptılar. Venezüela ABD emperyalizminin çok yönlü kuşatması altında. Venezüela’yı düşürmek ABD için Latin Amerika’da Brezilya’da faşist Bolsonaro’nun, Kolombiya’da Dugue’nin merkezinde olduğu yeni bir Amerikancı eksen oluşturmak, Çin ve Rusya’nın Latin Amerika’da sınırlanmasını sağlamak açısından büyük önem taşıyor.
Ortadoğu’da savaş davullarının çaldığı günlerde manidar bir gelişme yaşandı ve ABD Dışişleri Bakanı Pompeo Rusya’yı ziyaret etti. Pompeo Putin ve Lavrov ile görüştü. Yapılan açıklamalarda, görüşmelerin iyi geçtiği, “iki tarafın, ilişkileri düzeltmeye ve yavaş yavaş iletişim kanallarını canlandırmaya ilgi duyduğu” belirtildi.
Trump seçimleri kazandığı dönemde ABD yönetici eliti içinde yaşanan tartışmalarda, Brzezinski ve Kissinger’ın isimlerinde simgelenen iki görüş belirginleşmişti. Her ikisi de ABD emperyalizminin önde gelen ve katı savunucuları olan bu iki isim, “dünya egemenliği” için nasıl bir yoldan ilerlenmesi gerektiği konusunda farklılaşıyordu. Brzezinski, dünya egemenliğine giden yolda öncelikli tehdidin Rusya olduğunu ileri sürerken, Kissinger bunun Çin olduğunu düşünüyordu.
Brzezinski, Trump’ın ilk günlerde yaptığı sert Çin karşıtı açıklamalara çok kızmış, bunun yanlışlığı üzerine makaleler yazmıştı. Rusya’nın izole edilmesi için acilen harekete geçilmesini öneriyordu. Kissinger Trump’a bir dış politika doktrini önermişti. Bu doktrine göre yapılması gereken, Rusya ile Ortadoğu ve Ukrayna üzerine hızla anlaşmalar yapıp Çin tehlikesi üzerine yoğunlaşmaktı.
Gelişmeler ABD yönetiminde Kissinger doktrininin daha geniş bir alan kazandığına dair veriler sunuyor. Kissinger’ın Trump’la önemli görüşmeler yaptığı da Batı basınında aralıklarla gündeme getiriliyor. Kissinger’la yaptığı görüşmeler sonunda Kissinger Doktrininin temel unsurlarını yazan Niall Ferguson, Ortadoğu’nun ABD ve Rusya arasında “etki alanlarına” bölünmesinin doktrinin bir parçası olduğunu belirtmişti.
Kissinger’ın önerdiği “etki alanları”, Lenin’in teorisinde tekellerin, kapitalist birliklerin “nüfuz alanının” genişlemesi ve bu “nüfuz alanlarının” paylaşımından doğan çelişkilerin şiddetlenmesi olarak ifade edilmişti.
Birkaç on yıldır tüm dünyaya “büyük değişim”, “geri dönüşsüz yol” olarak sunulan küreselleşme şapkasının altından bir kez daha Lenin’in Emperyalizm teorisinde köşe taşlarını ortaya koyduğu emperyalist-kapitalist gerçeklik çıktı.
Böyle olduğu için, dönemin temel eğilimleri gerginliklerin, eşitsizliklerin, çatışmaların yükselişi, yeniden paylaşımın şiddetlenmesi şeklinde belirirken, savaş yönelimi de “kapitalist politikanın özü” olarak daha görünür hale geldi.
Lenin’in emperyalizm teorisinin günümüze dair söylenecek çok sözü var ama hepsi bu kadar değil. Lenin’in aynı zamanda emperyalist savaşlara, sömürüye ve her türden eşitsizliğe son vermenin yolunu aydınlatan devrimci politika ve devrimci örgüt teorilerinin; Ekim Devrimi ve Sovyetler ülkesi kuruculuğu pratiklerinin de günümüze dair söyleyecek çok sözü var. Tam da solda neredeyse unutulmaya yüz tuttuğu şu günlerde…