Her şey baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Dünya çapındaki, özellikle Ortadoğu’daki siyasal trafiği izlemek bile, büyük bir çaba gerektiriyor. Afrin işgaliyle birlikte daha yakından görüyoruz ki; ikili, çok yönlü, her gün ve her an değişebilen siyasi, ekonomik, askeri görüşmeler, ilişkiler, ittifaklar bütün güçleri içine çekiyor, değişmek, dönüşmek zorunda bırakıyor. Ortadoğu’da, hiçbir gücün dışında kalamayacağı, büyük bir alt-üst oluş, büyük bir bunalım ve kaos yaşanıyor.
İçinde bulunduğumuz dönem itibariyle, tüm sistemin büyük bir dönüşüm ve yeniden yapılanma zorunluluğu ve çabası içinde olduğu gerçeğine bağlı olarak, dünyanın, mevcut tüm yapıları sarsan bir deprem dalgasıyla karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Afrin işgaliyle birlikte, bu deprem dalgasının merkez üssünün de, bizim de bir parçası olduğumuz, Ortadoğu coğrafyası olduğunu ve bu bağlamda içinde bulunduğumuz bu kaostan, çağ dönüşümünden kaçamayacağımızı, kaçınamayacağımızı da bir kez daha teslim etmek, görmek zorundayız.
Ve yine görüyoruz ki, bu çok bilinmeyenli denklemin çözümünün, bütün herkesin, her kesimin sıkıştığı, Ortadoğu coğrafyasında olduğu açıktır. Hem konjonktürel durum, hem tarihsel durum bölgemizi, coğrafyamızı yeni bir dönüşümün, yeni bir dönemin beşiği haline getirmiştir. Tarihte her türden teorik açılımın, pratiğin zorlamasıyla gerçekleştiğinden hareketle; bugün Ortadoğu halklarının tüm bölge genelinde emperyalizme ve siyonizme direnişinin, kapitalizmi aşacak, halklara özgürlüğü armağan edecek bir teorik perspektifi zorlamakta olduğunu söyleyebiliriz. Yaşanılan kriz, teorinin yaşamın pratiğine dönmesi ve kendini oradan yeniden üretmesiyle aşılacaktır. Bu anlamda, bölgede, kendini aktör olarak tarifleyen herkesin, bu gerçekliğe göre kendini, tarihselliğin ve güncelin üzerinden yeniden değerlendirip, yeniden kurması, örgütlemesi bir zorunluluktur.
Böylesi dönemler tarihte ilk kez yaşanmıyor, daha önceleri de yaşandı. Tüm yaşanılan deneylere baktığımızda; değişimi, dönüşümü, ortaya çıkan imkan ve fırsatları anlayıp, değerlendirip ona göre kendini yeniden kuran fikir ve yapılar yeniçağın ebesi olurken; bunu anlamayıp, hali hazırda kurulu, bildik yapılarında, bildik tarz ve örgütlülük anlayışlarında ısrar edenler, eskiye, “altın çağlarına” dönme hayaliyle yaşayan statükocular, ardına bakarak yürümeye çalışanlar, bu büyük alt-üst oluşta, mevcut dönüşüm dalgası altında tuz buz olup erimişlerdir/eriyeceklerdir. Bu anlamda, yaşanılan bu faşist dönemi, faşizmi doğru anlayıp, doğru yorumlayıp buna göre konum almak, hem bir varlık yokluk sorunu hem de bugününün ve özgür, aydınlık geleceğin öznesi olabilmenin olmazsa olmazıdır.
Günümüzde emperyalist saldırganlığın hedefinde, Afganistan’ıyla, Irak’ıyla, İran’ı, Suriye’si, K. Kore’si ve diğerleriyle Büyük Asya Kıtası bulunmaktadır. Emperyalistler Büyük Asya’nın “fethine” Ortadoğu’dan başlamışlardı. İlk planda saldırının hedefinde Türkiye halklarının da içinde bulunduğu Ortadoğu halkları yer almakta idi ve bu saldırı halen sürmektedir. Bölge halkları bu fetih girişimine karşı ilk günden bu yana direnmektedir ve daha şimdiden çok ağır bedeller ödemişler, ödemektedirler. İlk günlerden beri ortaya konulan direnişler, halkların birlikte kurtuluş ve özgürlük arayışları göstermiştir ki; insanlığa, halklara dayatılan bu büyük saldırıya karşı direnişinin, özgürlüğün bayrağı da Asya’dan ama daha önce bu bölgeden, Ortadoğu’dan yükselecektir ve öyle de olmuştur.
Lenin 100 yıl kadar önce “Geri Avrupa, İleri Asya” sloganını attı. O zaman bu slogan, Avrupa’da gerileyişin, Asya’da ise ileriye gidişinimkanlarını ve fırsatlarını gören, bu imkan ve fırsatları devrimle taçlandırmayı ifade ediyordu. Avrupa dayatan devrimlere açılamıyor, Asya tüm “geriliğine” rağmen Ekim devrimiyle ayağa kalkıyordu. Bugün bu slogan birkez daha tarih sahnesinde yer bulmuş ve bir gerçeklik haline bürünmüştür. Tarih bir kere daha büyük Asya kıtasını zorluyor ve Asya halkları, insanlığın, bu bunalımdan çıkış kapısını aralamak, halkların birlikte kurtuluş ve özgürlüğünde buluşmak için büyük bir güçle ileri doğru itiliyorlar.
Dünya sisteminin, emperyalist-kapitalizmin içinde bulunduğu büyük kaosun zorlamasıyla, tüm egemenlerin kendi iç çelişkileri ve aralarındaki çelişkilerle bir arada bulunduğu Büyük Asya’da, devasa bir enerji birikmiştir. Kıtanın kendi tarihinden getirdiği büyük sorunlara, emperyalistler ve bölge devletlerinin çelişkileri ve müdahalelerinin zorlaması da katılınca, tüm Asya’da, yeryüzünün en büyük fay kırığı oluşmuştur. Bu fay hattında başlayan depremin etkisi tüm yeryüzünü şiddetle sarsacak boyutlardadır ve sarsmaktadır. Emperyalist sistem kendi bunalımlarını, bir kez daha, bu bölgeye ihraç ederek çözmek istiyor. Bu anlamıyla halklar sorunu emperyalist-kapitalizme, faşizme karşı verilen sınıf mücadelesinden ayrı düşünülemez, içiçe geçmiştir, içiçe yürümektedir. Her şey Asya’nın vereceği cevaba kilitlenmiştir. İnsanlığın kaderi bir kez daha Asya, özelde ise Ortadoğu halklarının direnişi ve özgürlük mücadelesi belirleyecektir.
Türkiye’nin Yaşadığı Sorunlar Dünyadan Ayrı Değildir.
Yeryüzü coğrafyası bir boylamından bir boylamına bir enleminden bir enlemine değin din, mezhep, etnik, ulus farklılaşmasından doğan halklar sorununu yaşamaktadır. Filistin sorunundan Kürt sorununa, IRA sorunundan Korsika sorununa, Tamil Kaplanlarından Kafkasya’daki ulusal hareketliliklere, Hindistan ve Bangladeş’teki ulusal, dinsel topluluk ve azınlık sorunlarından Zapatistlere ve Katolonya’daki Bask sorunundan İtalya’daki Kuzey Ligi’ne değin yaşanmakta olan gerçeklik budur. Ve hemen yanı başımızda Irak, Suriye, İran, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ve Yunanistan halklar sorunu ve sorunları. Aslında tüm bunlar yaşanmakta olanın sadece bir kısmıdır.
Marx ve Lenin’in milletler teorisi; günümüzün ulus sorunlarının tarihsel kaynaklarını, burjuvazinin çocukluk dönemlerine, yani 15, 16 ve 17. yüzyıla kadar uzatmaktadır. 15, 16 ve 17. yüzyıllar modern ulus/devletin oluşumunda önemli bir merhale, önemli bir başlangıç noktasıdır. Bu yüzyıllar, “ilkel ulus“ normlarının, halkların bağrında belirgin bir biçimde şekillenmeye başladığı yüzyıllardır. Bu başlangıç noktasının, niteliksel bir durum ve tarihsel, “kararlı” bir olgu düzeyine çıkması ise kapitalizmin sonraki dönemiyle birlikte, yani serbest rekabetçi aşamadan sonra karşımıza çıkmıştır. 18, 19 ve 20. yüzyılın en temel gerçeği ve en temel olgularından biri olarak karşımıza çıkan, modern ulus/devlet’tir.
Ancak gelinen süreçte görülmektedir ki; yüzyılların iktisadi-siyasi mirası üzerinde yükselen birçok halk topluluğu, yine birçok iktisadi ve siyasi nedenden ötürü, hala birçok boyutuyla halklar sorununu yaşamaktadır. Şu ya da bu düzeyde kapitalizm dönemi ortaya çıkan uluslaşma/uluslaştırma, kendi içinde bir demokratikleşmeyle uluslaşmaya varabilecek tüm dinamikleri bozarak, egemenlerin kendi sistemini sürdürme merkezileştirme yönünde, var olan tüm halk, inanç çeşitliliklerini, egemen tek bir çatı altında birleştirmeye, tekleştirmeye hizmet etmiştir/etmektedir. Enderi nadirattan belirleyip sınırlarını çizemediklerine ise, kozmopolit, bürokratik ve alabildiğine çarpıtılmış bir uluslaşmayı dayatmıştır. Bu çarpıtılmış ‘uluslaşma’, kendini ilk önce klasik ve yeni tip sömürgecilik uygulamalarında somutlaştırmıştır. Eski biçimler, kendini temel özellikleriyle görece korumakla birlikte, gelinen süreçte çok daha yeni biçim ve boyutlar almıştır. İşte mültecileştirilmiş halklar gerçeği, işte diasporaya uğratılmış halklar gerçeği, kendi öz toprağında azınlık statüsüne dahi layık görülmeyen yerli ve melez halklar gerçeği, merkezi bir devlet çatısı altında “rehin, koz” temelinde tutulan dinsel, mezhepsel, ulusal topluluklar, kültürleri sosyolojik egzersiz alanı olarak kullanılan topluluklar ve hemen yanı başımızda devletler arası sömürge durumunu yaşayan Kürt halk gerçekliği…
Halklar Gerçekliğimiz Ortadoğu ile Asya ile Kopmaz Bağımızın Göstergesi, Kader Ortaklığımızın Kanıtıdır
I.Emperyalist savaştan önce -yani topu topu 100 yıl önce- halklar gerçeğini ulus, din, kültür, inanç boyutuyla, Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde yaşayan halkları düşünerek değerlendirirsek, bu topraklardaki ulusal, dinsel, kültürel farklılıkları ve zenginlikleri daha iyi anlayabilir, görebilir ve bunların halklar gerçeği açısından tuttuğu yeri doğru tarzda ve hakkını vererek yorumlayabiliriz. Değişik verilere göre, toplam nüfusun 16 milyon kadar olduğu bu coğrafyada, yaklaşık 3 milyon Rum, 2 milyon Ermeni, 500 bin kadar Müslüman olmayan diğer halklardan, 500 bin kadar Arap, 4 milyon Kürt ve 6 milyon kadar Türk yaşamaktadır. Aynı tabloya dinsel olarak baktığımızda da 6 milyon kadar Hıristiyan, 4 milyon kadar Alevi ve 6 milyon kadar Müslümanın yaşadığı görülmektedir. Daha çok İttihatçı kaynaklara dayanan söz konusu bu verilerin ve güncel verilecek karşılaştırma rakamlarının bütün manüplatif yanları bir yana, kabaca bile olsa, nasıl bir coğrafyada yaşadığımıza ilişkin genel bir tablo görebilmemize ve bunun üzerinden egemenlerin halklar düşmanlığını ve bu topraklarda yaşayan halkların başına neler getirdiklerini görebilmemize yardım etmesinden dolayı, bu veriler önemlidir. Yoksa birer egemen aydın teranesi olan ve halkları kırıma uğratmanın en güçlü destekçisi olarak kullanılan, “etnik çoğulculuk”, “çoğunluk” söylemiyle uzaktan yakından ilgi kurmak için kullanamayız bu verileri.
Türkiye’de “halklar” denince “azınlıklar”, azınlıklar denilince de akla hemen “gayrimüslimlerin” gelmesi, yerleşik resmi ideolojinin halkların inkar ve imha siyasetini temel alan kulvarından çıkamamakla eşdeğerdir. Halklara bakışta, egemen söylem olan ve son yüzyıl içindeki imha, inkar, eritme, sürgün ve göç ettirme politikaları sonrası ortaya çıkan ve de altta halen, gizli gizli yaşatılan kültürleri görmezden gelerek ortaya atılan “azınlık-çoğunluk” kavramlarının yeri yoktur. Bu nedenle halklar gerçeğine bu coğrafyada sayılarla, oranlarla, anketlerle veya istatistiklerle ulaşamayız ve de son 100 yıl içinde egemenlerin halklara reva gördüğü vahşeti de yok sayarak bu topraklardaki bu hali anlayıp izah edemeyiz.
Anadolu’da “halklar gerçeği” içerisinde birçok halk vardır. Bugün Türkiye’de yapılan çeşitli araştırmalara göre ulusal, dinsel ve mezhepsel temelde birbirinden farklı yaklaşık 40-45 topluluk yaşamaktadır. Örneğin sayılan 500–750 bin civarında olan Lazlar, sayıları 3 milyona varan Çerkezler, 500 bin civarındaki nüfuslarıyla Pomaklar, sayıları 1 milyonu geçen Balkan göçmenleri, ağırlıklı olarak Hatay’da yerleşmiş bulunan Arap-Aleviler ve kendi yayın organlarında (Çveneburi) Türkiye’deki sayılarının yaklaşık 1 milyona ulaştığım belirten Gürcüler, ülke sathında değişik yerlerde yaşayan Rumlar, Ermeniler, Ezidiler, Süryaniler, Romanlar, Azeriler, Terekemeler, Kürtler, Türkler ve daha birçok halk. Bunun yanı sıra toplam ülke nüfusunun % 30’unu oluşturan Aleviler (Türk, Kürt, Arap ve Arnavut Alevîler)’ de halklar gerçeğimizin önümüzde duran ve görmezden gelinemeyecek somut gerçeklikleridir. Buraya hepsini alamadığımız bu topluluklar Anadolu ve bölge halklar gerçeğinin ve Anadolu ve bölge halklar sürecinin yeraltına itilmiş olan reddedilmez gerçeğidirler.
Halkları Ayırma, Düşmanlaştırma, Görünmez Kılma Tarihini Tersine Çevirmeliyiz
Anadolu ve Mezopotamya bir halklar coğrafyası bir halklar sürecidir. Bu halklar süreci, dünyanın en bahtsız, en fazla öğütülmüş ve kendisi olmaktan çıkarılarak en fazla başkalaştırılmış olan sayılı gerçekliklerindendir. Bir düşünün; aynı tarihsel dönemde yanı başında, Rusya’da Çarlık despotizmi altında inim inim inletilen ulus ve ulusal toplulukların “halklar hapishanesinden özgür halklar platformu’na (birliğine)” geçtiği niteliksel bir süreç yaşanırken bu topraklarda gerçekleşmekte olan şey ise, “halklar zindanı”na geçiştir. Hemen yanı başında işçi sınıfının ve ezilen halkların yüzlerini emeğin güneşine dönerek göğü fethe çıktıkları bir tarihsel zaman diliminde, Anadolu ve Mezopotamya halklar sürecinin üzerinin betonlanmak istenmesi, ilk bakışta anlaşılması çok zor bir şey gibi gözükmektedir. Bunu sadece tarihin nesnel hareket yasalarınca (saf determinizm) açıklamaya çalışır ve dönemin militarist ‘özne’sini, yani Kemalist bürokrat burjuvaziyi, ele almazsak halklar sürecinin itilmiş ve düşürülmüş olduğu durumu ve bugünkü Türkiye’yi anlamak gerçekten çok zor olur.
Bu topraklarda tarihsel militarizmi, kozmopolitizmi; 1800’lerden itibaren kendini yaşatmak ve hükümranlığını sürdürmek için kontrollü ve tepeden değişimin her türlüsünü deneyen, bu sırada hiçbir zorbalıktan ve zulümden geri durmayan egemenleri ve hegemonyalarını; 1800’lerde başlayıp 1900’lerde hatları belirginleşen kapitalist tahakkümü ve halkların eritilmesi, inkarı siyaseti ile tekçileşen, merkezileşen ve bu temelde halklar sürecinin demokratik gelişimini baltalayan ve adına sonradan Kemalist ideoloji dediğimiz bu ideolojiyi ve onun üst yapı kurumlarını, ortaya çıktığı 1800’lerden başlayarak çözümlemeye çalışmazsak, dünü, bugünü ve tarihsel olarak ortaya çıkan dinamik ve fırsatları göremeyiz ve yakalayamayız. Toplumsal ve tarihsel olana körlüğümüz, uzaklığımız ve yabancılığımız sürüp gider.
Egemenlerin 1800’lerden gelen beka, güvensizlik ve korkularının daha da büyüyüp tüm hücrelerini sardığı, adeta dimağlarını esir alıp hareketsiz, uykusuz, düşüncesiz bıraktığı, bir ortamda, hiçte onlardan ayrı olmayan bizzat içlerinden çıkan ve aynı ideolojik ve politik halin devamcıları olan kadrolarca şekillendirilen 1920 Cumhuriyeti, kadrolarının yetiştirildikleri geleneklere sadık kalarak imhacı, inkarcı, asimilasyoncu, tekçi ve her türlü değeri, varlığı iktidarına, bekasına bir tehdit görerek kuruldu. Temeli her şeye, her kıpırtıya karşı büyük bir korku, güvensizlik olan bu Cumhuriyet, sistemden kırıntı dahi talep eden hareketlere bile tahammül edemez, hızla asimile etmeye, çürütmeye, kendine benzetip yok etmeye çalışır. Bu nedenle, Avrupa benzeri ülkelerde liberal ve sistem içi olduğu ezberimizde yer alan hareketler, bu ülkede taleplerinde, bilerek ya da bilmeyerek azıcık ısrarcı olduklarında, istemeseler, kaçınsalar bile sistem dışına itilip, sistemi tehdit etme algısıyla krimalize edilebiliyorlar. Son birkaç yılda yaşanan toplumsal olaylar ve en son olarak da, Gezi olaylarında, Kobane’de, Afrin’de bu Cumhuriyetin tüm korkularının mevcut hükümet şahsında ortaya çıktığını görmekteyiz.
Asker-sivil bürokrasinin, ticaret burjuvazisinin ve devletin diğer ideolojik üst yapı kurumlarının halklar için anlamı asimilasyon, inkâr, imha, soykırım ve vahşi bir iktisadi sömürü olmuştur. TC’nin alt ve üst yapıdaki tarihsel şekillenişi, halklar ve sınıfların özgün ve ayırt edici özelliklerini öğüten bir çark vazifesi görmüştür. TC somutunda, alt ve üst yapının eklektik ve halklar karşıtı temeldeki tarihsel birliğini sağlayan belirleyici faktör, son tahlilde, tabi ki alt yapı olmuştur. Ancak felsefe, hukuk, din, kültür ve politika gibi üst yapı kurumları, TC şahsındaki aşırı siyasallaşmış ve aşırı militarize olmuş biçimleri, toplum üzerinde alabildiğine etkili olmuştur.
Halklar platformunun içerdiği dinamiklerin tarihsel bir devlet politikası ile toptan reddedilmesi, TC’nin kuruluşu ve ilk gelişim dönemleriyle zirveye çıkmıştır. Halkların ve sınıfların toptan reddedilmesi ve devlet ‘Türklüğü’ potasında eritilmek istenmesinden kaynaklanan bu sorunlar Türkiye’nin en can alıcı sorunlarıdır. TC ilk oluşum dönemlerinde “ulusal birlik-bütünlük” ve “ulusal devlet” adına halklara ve sınıflara, militarizmle tek dil, tek kültür, tek din ve tek ulus kimliği ve anlayışını dayatmıştır. Kemalizm bunu “sınıfsız, kaynaşmış ve imtiyazsız bir kitleyiz” şeklinde ifade etmiştir. Bugün bu durum; hükümet eliyle, faşizm eliyle, bol laf oyunlarıyla bezenmiş ve sahte bir dinsellik sosuyla soslanarak, tek devlet, tek vatan, tek millet, tek bayrak ile tekçileştirme, ezme, eritmesürdürülmek istenmekte ve en son gündeme alınan Tek Tip’le birlikte, faşizm, tüm toplumu tek renge büründürmek, karanlığa gömmek peşindedir.
Faşizmin tüm bu saldırılarına, ulaşmak istediği sessiz, tepkisiz, sindirilmiş toplum hayallerine dur demek ve bu dönemi, bu çağ dönüşümünüsınıfın, emeğin, halkların birlikte kurtuluşuyla, emeğin, halkların özgürlüğüyle taçlandırmak için, yaşadığımız coğrafyadaki tüm direniş imkan ve olanaklarını değerlendirip, direnişi büyütmek, örgütlemek, örgütlü hale getirmek, her yerde ve her alanda birleştirmek görevi ve sorumluluğuyla karşı karşıyayız.
Halklar gerçekliğimizi, sadece tarihsel bir olgu olarak değil, böylesi bir görev ve sorumluluk içinde değerlendirip, sınıf mücadelesinin içinde ve birlikte, birleşik güncel bir direniş odağı, direniş kaleleri, mevzileri olarak görmeli ve ortaya çıkarmalıyız.
