Seçtiklerimiz

Devrimci bir güç birliği ihtiyacı (*) – H. Selim Açan

Türkiye solu bir bütün olarak tarihinin en etkisiz dönemini yaşıyor. Birbirimize kıyasla göreli kimi üstünlükler toplam açısından fazla bir anlam ifade etmiyor.

Bugün sol’un işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun ezilen emekçi sınıf ve kesimleriyle bağı neredeyse ‘yok’ denecek kadar zayıf.  İşin kötüsü sorun sadece maddi güç ve ilişkilerin zayıflığından ibaret değil. Ortaya koyduğumuz politika ve taktiklerin toplumda bir karşılığı ve yankısı olmuyor. Gündemdeki sorunlara ilişkin olarak sosyalistlerin, devrimcilerin ne dediklerini kimse merak etmiyor zaten. Bu anlamda sol manevi-entelektüel otoritesini de yitirmiş durumda.

Bu iç karartıcı tablo bir dizi nesnel ve öznel etkenin toplam sonucu. Kökleri 12 Eylül karşısında alınan yenilgiyle sosyalizmi inşa girişimlerinin 1989’daki iflasına uzanıyor. 12 Eylül sonrası iyi-kötü biriken bir devrimciler kuşağını biçmeyi sonuçta başaran faşizmin 2000 yılındaki F tipi saldırısı bunların üzerine gelen ikinci büyük kırılma momenti oldu. Bu arada sınıfların yapısı ve mücadele olanaklarından toplumsal ilişkilere yön veren değer yargılarına, burjuvazinin egemenlik yöntemlerinden uluslar arası dengelere kadar her alanda sarsıcı değişimler yaratan neoliberalizmin dünya çapında sağladığı geçici hegemonyanın rolünü de unutmamak gerekiyor.

Dolayısıyla sorunu hala şu ya da bu konuda yapılan tekil hatalara, politika ve taktiklerdeki yetersizliğe ya da onların uygulanmasındaki zayıflıklara, hele hele kişilere bağlayan yaklaşımlar sadece korkunç bir düşünme tembelliği anlamına gelmekle kalmıyor çözüm arayışlarının da önünü tıkayan akıl almaz bir dogmatizm ve tutuculuk üretiyor.

Sol’un bir an önce bu etkisiz konumdan çıkması, burjuvaziye, faşizme ve emperyalist kapitalizme karşı savaşımı esas alan bütün samimi devrimciler tarafından öncelikli görev, tarihsel bir sorumluluk olarak görülmek zorundadır. Dünyanın ve Türkiye’nin bugünkü haline ve gidişe kuşbakışı bir bakış dahi konunun önemini ve aciliyetini görmemizi sağlar.

Kapitalist sistem bugün yeni bir yapısal krizin içinde. 1980 sonrası “tarihin sonunu” getirdiği iddia edilen neoliberal birikim modeli tıkanmış durumda. Yerini almaya aday yeni bir model de üretebilmiş değil burjuvazi. Kapitalizmin kendini yenileme yetenekleri büsbütün körelmemiş olmakla birlikte bu iş 1970 sonlarına kıyasla bugün biraz daha zorlaşmış durumda. Çünkü o zamanlar krizi ötelemek için “çare” olarak sarılınan neoliberal strateji ve politikaların neden olduğu sınıfsal kutuplaşma ve çelişkilerin keskinliği yanında doğanın yıkımı ve iklim felaketinin gözle görülür hale gelmesi burjuvaziyi birçok açıdan sınırlandırıcı bir rol oynuyor. Öyle ki, emperyalizm çağında sistemin ana toplumsal dayanağını oluşturan orta sınıflar içinde bile kapitalizmden farklı bir dünya arayışı tekrar canlanmış durumda.

Sonuç olarak, ekonomide olduğu gibi siyasette ve toplumsal ilişkiler alanında da ne işler ‘eskisi gibi’ gidiyor ne de burjuvazi ya da proletarya ve ezilen halklar cephesinden ortaya konulmuş yeni ve güçlü bir alternatif var ortada. Bu açıdan kaotik bir ‘geçiş dönemi’ndeyiz. 

Zaten burjuvazi de bugün dünyanın her yerinde, ekonomide olduğu gibi siyasette de asıl olarak ‘alternatifsizlik’ten güç alıyor, zamanında kendisinin koyduğu kural ve değerleri dahi umursamayan bir pervasızlıkla hareket ediyor, daha çok şiddet ve saldırganlığa başvurarak krizini ötelemeye, yükü kendi dışında kalanların sırtına yıkmaya çalışıyor. Bu yönelim ülkeler bazında faşizme özgü çizgi ve özelliklerin daha belirgin ve daha baskın hale geldiği saldırgan milliyetçi rejim ve yönetimler ortaya çıkarırken dünya çapında ise sıcak çatışma ve savaşlara kaynaklık ediyor, yeni bir emperyalist savaş tehlikesini büyütüyor.

Sol’un güçsüzlüğü ve etkisizliğini bu genel tablonun ışığında düşündüğümüzde hem durumun vehameti hem de buna bir an önce son vermenin önem ve yakıcılığı çıkar ortaya.

Gerçi lâfta herkes bu gerçeğin farkında görünüyor. Lâkin iş pratiğe gelince ‘dış’ güç ve engellerden de önce sol’un bağnazlıkları, dogmatik anlayış ve alışkanlıklar dikiliyor karşımıza. Örgüt fetişizmi ile nostaljik bir geçmişe bağlılık bunların başında geliyor. Bunların her ikisi de esas olarak sosyalizm ve sınıfsız komünist toplum tarihsel amacının silikleşip ufkumuzdan kaybolmasıyla devrimi örgütleme iddiasındaki zayıflamadan kaynaklanan sonuçlar. Tarihsel amaç kavrayışının bulanıklaşıp zayıfladığı koşullarda araçlar amaç haline gelir, onları ayakta tutup yaşatmak her şeyin üzerine çıkar, günü ve görüntüyü kurtarmakla yetinen konjonktür devrimciliği normalleşir, çoğu kez kendi ellerimizle etrafımıza ördüğümüz kozaların içinde ‘mış gibi yapılan oyalanma pratikleri sıradanlaşır. Yaşanan aslında devrimcilikte bir kırılmadır.

Devrimci bir geçmişi, o geçmişi simgeleyen belirli bir örgüt ve onun yarattığı değerleri ayakta tutup bayrağı yere düşürmemekte ısrar kuşkusuz devrimci bir tutumdur. Özellikle de örgütlü devrimcilikten kaçışın marifet gibi görülüp örgütsüzlüğün yüceltildiği koşullarda bu ısrarın tarihsel anlam ve önemi inkar edilip küçümsenemez. Yalnız bu noktada bu kez de devrimci örgütü insanlığın kurtuluşu uğruna kavganın araçlarından biri olduğu gerçeğini unutacak ölçüde ‘kendinde şey’ haline getirip fetişleştiren öteki uca savrulmaktan da aynı ölçüde uzak durmak gerekir. 12 Eylül yenilgisi ve ’89 çöküşünün ardından değişik biçimlere bürünmüş olarak peş peşe gelen tasfiyeci dalgalara göğüs gererek devrimci örgütleri ve örgütlü devrimcilik fikrini ayakta tutmakta ısrar eden devrimci saflarda bu ikinci eğilim oldukça güçlüdür. Her ne kadar devrimci bir hassasiyetin sonucu olsa da kendimizi bu eğilime de kaptırmamalıyız.

Bugün öyle bir tarihsel kavşaktayız ki, insanlığın (ve doğanın) geleceği açısından büyük felaketler kadar değerlendirmesini bilenler için büyük fırsatlar duruyor önümüzde. Sol’un güçsüzlüğü ve etkisizliği nedeniyle birinciler çok daha büyük ve yakın  (hatta bazı yönlerden gerçekleşmiş) durumdayken ikinciler daha çok potansiyel konumundadırlar. Gerek fırsatların potansiyel durumundan çıkarılıp gerçekleşebileceği güvenini veren somut pratik bir imkan haline getirilmesi gerekse tehlikelerin daha da büyüyüp yıkıcılaşmasının önünü kesebilmek her şeyden önce subjektif faktördeki bu zayıflığın giderilmesine bağlıdır. Başlangıç adımı olarak solda devrimci bir güç birliğinin bir an önce sağlanması zorunluluğu ve konunun aciliyeti burada çıkar karşımıza.

Türkiye solunda bugün hâlâ ayakta duran devrimci radikal güçlerin hiçbiri, mevcut güçleri ve sınırlı etkileriyle günün tarihsel sorumluluklarının üstesinden gelebilecek durumda değildir.  Birbirimizi ölçü alarak baktığımız zaman gördüğümüz göreli üstünlükler kimsenin başını döndürmemelidir. Devrimciliğin ölçütü başkalarının ne halde olduğu değildir zaten. Devrimi örgütlemek gibi bir iddianın sahibiysek eğer kullanmamız gereken tek ölçü, burjuvazi ve gericilikle aramızdaki güç dengesi olmalıdır. Onların karşısında ne kadar etkili bir devrimci muhalefet odağı oluşturabildiğimizdir. Başka bir anlatımla, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle ne kadar yaygın ve derin bağlara sahip olduğumuz, onları ne ölçüde peşimizden sürükleyebildiğimiz, en azından ne kadar görüş alanları içinde olduğumuzdur.

Bugün Türkiye solunda bu sorulara kendi adına olumlu yanıt veren bir örgüt ya başka bir alemde, kendini kapattığı bir fanusun içinde yaşıyor demektir ya da Ziya Paşa’nın ünlü Terkib-i Bend’inde dediği gibi “Herkesi kör, alemi sersem” sanmaktadır.

Türkiye solunda ‘68’ten beri sayısız güç birliği ve birlik girişimine tanık olundu. Biri dışında -MLKP deneyimi- bunların hiçbiri tutmadı. Ya daha baştan ölü doğdu ya da çok uzun sürmeyen bir süre sonunda bölünme, dağılma hatta düşmanlaşma ile noktalandı. Bu tarihsel başarısızlığa yol açan bir dizi neden sayılabilir. Fakat hepsini kesen etkenler içinde özellikle ikisi sonucu belirlemiştir. Bunlardan birincisi bu girişimlerin eylemden, pratikten, bu anlamda tabandan kopuk olarak yukarlarda bir yerlerde, masabaşı tartışmalarını esas alarak yukardan aşağıya kurulmaya çalışılmasıdır. İkinci neden ise bu “birlik” arayışlarının taraflardan birinin birilerine yaslanma ihtiyacı içinde olmasından diğerinin de onu da yutarak büyüyebileceği bir hegemonya ve  iktidar peşinde koşmasından kaynaklanmasıdır. Günümüzde tarihsel bir zorunluluk halini almış olan devrimci bir güç birliği arayışı ve çabaları bu her iki sakat yaklaşımdan da uzak durmalıdır.

Kendimizi kandırmaya gerek yok: Bugün devrimci bir güç birliği ihtiyacı aynı zamanda güçsüzlüğümüzün dayattığı bir zorunluluktur. Devrimci bir odak olarak bizleri işçi ve emekçi kitlelerin, ilerici güç ve dinamiklerin görüş alanına sokacak, giderek etrafımızda mevzilenmelerini sağlayacak süreklileşmiş devrimci bir pratiğin hakkını mevcut güçlerimizle hiçbirimiz veremiyoruz. Herbirimiz farklı alan ve yönlerde farklı birikim ve potansiyellere sahibiz. Ama tek başımıza yapabildiklerimiz anlamlı ve etkili, daha da önemlisi arkasını getirebildiğimiz bir bütünlük kazanamıyor. Bu gerçek ortadayken yan yana gelip birbirimizi tamamlamaktan kaçınmanın devrimci bir gerekçesi yoktur ve olamaz!

O nedenle emekçilerin hayatlarına değecek, onların yüreklerini soğutup beklenti ve arayışlarına yanıt umudunu ve güvenini yaratacak bir yaklaşımla omuz omuza vererek hayata müdahale edecek, pratikleştireceği politika ve taktikleriyle olduğu kadar programatik yaklaşım ve düşünsel açılımlarıyla da mevcut düzene karşı devrimci bir alternatifi temsil eden bir odak inşası daha fazla savsaklanıp geciktirilmemelidir. Bir taraftan bu adımları atarken diğer yandan aramızdaki farklılıkları tartışarak hem düşünsel hem de pratik olarak daha gelişkin birliktelikler arayışını sürdürebiliriz. 

(*) Değerli yazarımızın Umut Gazetesi’nde yayınlanan ilk yazısı. Bundan sonra zaman zaman gazetemize de katkı sunacak olan H. Selim Açan’a Yayın kurulu olarak gazetemize hoşgeldin diyoruz.

Paylaşın