“Var olan her şeyin gözü kara eleştirisini kastediyorum. Hem eleştirinin varacağı sonuçlardan hem de iktidarlarla çatışmaktan korkmamak anlamında gözü kara eleştiriden konuşuyorum.”
(K. Marks. “Arnold Ruge’ye Mektup”, Eylül 1843)
Dirk J. Struik “Komünist Manifesto’nun Doğuşu Ve Tarihsel Önemi” başlıklı yazısında “Düşün ve özellikle sosyalist düşün tarihinde bir kilometre taşıdır” diye tanımladığı Manifesto’yu değerlendirirken şöyle der: “Marx ve Engels’ten önceki sosyalizm, düzinelerce farklı okul ve mezhep içinde serpildi, parlak kavrayışlar, umut dolu dilekler, militan haykırışlar ve yürekli eylemler yığınıydı. Tutarsızdı, izlediği yol, kendi yönünü tayin edemeyip her yönden gelen rüzgârla da sular üzerinde sürüklenen bir gemininki gibiydi. Marx ve Engels’in yaptıkları şey, bir sürü teori içerisindeki doğru öğeleri arayıp bulmak, bunların bulgularını çağdaş felsefi ve bilimsel düşüncelerin en iyileri ve devrimci savaşımın deneyim birikimi karşısında sınamak oldu.”
Bunu yaparken onların dayandıkları biricik yöntem, kendilerinden önce üretilmiş her tür düşünce ve bilgiyi toplum ve bilim gerçeğiyle yeniden gözden geçiren eleştirinin gücüydü. Tepe taklak duran bir dünya algısını ters yüz edip ayakları üzerine oturtarak, gerçekliğin mistisizmle çarpıtılmış düşünsel kurgusunu tersine çevirmek ve insanı özgürleştirmek hedef idi. Bunun gerçekleştirilebilmesi için iki önemli silah gerekmekteydi: 1- Toplumsal yaşamın her alanında, var olan bütün ilişkileri bilimsel eleştirinin süzgecinden geçirerek ayakları üzerine oturtmak. 2- Toplumun, tersine çevrilmiş (çarpıtılmış), yani insanın kendi ürettiğine yabancılaştırıldığı toplumsal sistemi bütünüyle altüst ederek, yeniden kurmak. Böyle bir eylem, insanın sistem aklıyla biçimlenmiş olan aktüel düşüncesiyle değil, kendini sistem değerleri dışına atabilmiş, sistemi eleştirebilen bir devrimci girişimle gerçekleştirilebilir ki buna devrim diyoruz. Kendisinden önceki bütün devrimlerden farklı olarak bu yeni devrimin maddi varlığını oluşturacak birikim, yıkımı gerçekleştirilecek olan mevcut toplumun bağrında doğup büyüyerek değil, onu yıkarak kendi kurumlarını oluşturarak gerçekleşebilecektir. Bu yapılmadan, yani sınıflı toplumun maddi temellerini değiştirmeden, o maddi temeller üzerinde inşa edilmiş olan toplumsal üst yapı kurumlarının yaratılabilmesi mümkün değildir.
Bu nedenle Marksizm’in anahtar sözcüğü eleştiri’dir. Marks ve Engels’in çabalarının bütünü de toplumun ve doğanın, maddi manevi bütün kurumlarının, hukuktan dine, devletten komüne günlük ilişkilerimizden yoldaşlığımıza, aile tanımımızdan modern teknolojiyle ilişkimize, bütün kurumsal ve düşünsel sistemlerin içinde var olan ve onun hareketinin nedenini oluşturan yasalara ulaşmak olmuştur. “Eleştiri” sözcüğünün içeriğini bütün boyutlarıyla kavramak ve çözümlemek Marks ve Engels’i anlamanın da biricik anahtarıdır.
•••
Eleştiri, sorgulama yeteneğinin üretebildiği bir değiştirme eylemidir. Yani sorgulama, “değiştirme” hedefi olan her insanın temel düşünme sistemi olmak zorundadır. Açıktır ki, var olanı sorgulamadan onu değiştirmek mümkün değildir.
Velilere yönelik andragojik-pedagojik kurslarda da eleştiri ve sorgulamayı esas alan bir yöntem uygulamaktayım. Örneğin çoğu evde “alafranga tuvaletlerin kapağının sürekli açık olması halini” hiç düşündünüz mü? Kapak kapatılmadığı zaman kokuyu engellemek, hijyenik korunma vb. gibi konularda kendi işlevini gerçekleştiremez ve amacı dışında bir kullanım onun varlık nedeninden uzaklaştırır. Kapatmayacağımız bir kapağı alırken, onun görünümü, örneğin deseni, rengi aile içi tartışmalara bile konu olabilir. Oysa basit bir sorgulama: “Kapatmayacağım bir tuvalet kapağını niye alıyorum?”
Çok mu basite aldınız bu girişi? O halde çevrenizle konuyu bu basitlikle tartışın lütfen. Üstünü kendinizin de anlamakta zorlanabileceği gizemli sözcüklerle örtmeden, ya da yaldızlı örtülerle kapatmadan soruyu gerçekliği içerisinden yanıtlamaya çalışınız.
Çünkü Marksizm, tepe taklak çevrilmiş olarak bize sunulan bir dünyayı, ters yüz ederek ayakları üzerine oturtmaya çalışmaktadır. Gerçeğinden koparılmış kavramları tepeleyerek, gerçeğin kendisine ulaşmamıza olanak sağlamaktadır.
Çünkü Marks, Hegel’den aldığı “tersine dönmüş” dünyayı ayakları üzerine oturtmaya çalışır. Çünkü bu terslik, insanı kendi yarattıklarına yabancılaştırarak, kendi eylemlerinin hegemonyası altına girmesine neden olmaktadır. İnsan, kendi eyleminin sonuçlarına yabancılaşırsa, artık o sonuçların kontrolüne ilişkin gücü kendi dışında arayacaktır. Yani insanın ürettiği devlet de, din de, para da, geleneksel aile de ve elbette geleneğin kendisi de artık bu üretimin sahibi insanı köleleştiren birer güç haline gelir.
•••
Marksizmi bir doktrin olarak adlandırmak mümkün değildir. Çünkü Marks kesin hatlarıyla ve her boyutta açık ve net tanımlar içeren bir gelecek dünya modeli vermemektedir. Ortaya atılan temel düşünceler yani vaat edilen gelecek, mülksüzlerin mücadelesi içerisinde somutlaşıp netleşecektir.
Ve bu nedenle Marks ve Engels eleştiriyi temel alan bir düşünce yöntemi önerir. Bağnazlığı, tutuculuğu reddeden; geleneklerin içinde hapsolmamış, hareketin-değişimin egemen olduğu bir düşünsel yapı önerir. Özcesi, eleştirinin ucu kendimize de dokunsa, var olan bütün ilişkilerin acımasız eleştirisini önermektedirler.
Bu ancak, yaşamımızda yer alan bütün ilişki, düşünce ve davranış biçimlerimizin yeniden yeniden sorgulanmasıyla gerçekleştirilebilir.
Bu bağlamda Marksizm’i esas olarak insana ait bütün düşünce ve eylemin sorgulanması eylemi olarak tanımlamak mümkündür. Yaşamımızda yer alan günlük dilden, yaşam biçimimize, düşünsel ya da eylemsel davranışlarımızdan toplumsal tanımlarımıza kadar her şeyin yeniden ele alınarak ayakları üstüne oturtulması yöntemi olarak tanımlamak da mümkündür.
•••
En azından ilk yazıda tepkilerinizin hedefi olmamak için politik kavramları atlayarak yaygınca kullandığımız günlük dile başvuracağım. Kavramlar bu çabaya büyük bir alan açar. Örneğin Farsça “yüzü ak, toplum içinde suçsuz, alnı açık kadın” anlamında kullanılan “rûysepîd / rûsepîd / rûspid / rûspi” sözcüğünün günümüz Türkçesindeki yeri ve önemini merak eder misiniz? Osmanlı döneminde sahne sanatlarında Müslüman kadınlar yer alamazlardı. Bu nedenle müzik, kanto, tiyatro gibi sanatlarda başı açık yani İslam olmayan kadınlar yer alırdı. Bu sözcük giderek hem azınlık halklara mensup kadınları aşağılamak hem de İslam’ın “fahişe” sözcüğüyle dillendirdiği “ayıbın” üzeri örtülmekteydi. (Türkçede r ile başlayan sözcük olmadığından, başka dillerden aktarılan r ile başlayan sözcükler kullanılırken genellikle başına sesli harf eklenerek kullanılır: Ramazan, ıramazan; recep, irecep; ruspi, oruspi gibi.)
Son yıllarda moda olarak yaygınca kullanılan “kapak olsun” sözcüğünün gerçekte Yunancadan gelme “Mama sta muni kosta kapaki” sözünün kısaltılmışı olarak yani “ananın…” diye başlayan ve sonu cinayetlere kadar varabilen küfrün Türkçe halidir.
Hayır, bunları ben keşfetmedim, Hazreti Google’a da sorsanız hemen yanıtını alırsınız.
•••
Başka bir alana atlayalım: Din. Çoğu zaman Marks’a malederek “afyon” olduğunu söylediğimiz, hepimizin solculuğa ilk adım atışımızda heyecanla ve coşkuyla tartıştığımız tanım. Marks’ın tanımı ise şöyledir: “Dinsel ıstırap çekme, aynı zamanda hem gerçek ıstırabın ifadesidir hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din, ezilmişlerin of çekmesidir, kalpsiz dünyanın kalbidir, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.” O halde, ezilenlerin acılarını hafifleten bu olgu, gerçekliğin, yani yaşanılan dünyanın ezilenler, yoksullar için acılarla dolu bir yaşam olduğu ve bu nedenle kurtuluşun başka bir dünya da (Cennet) arandığı gerçeğini görmek gerekir. O halde doğru olan çaba dine karşı bir mücadele değil, dini gerekli kılan koşulları ortadan kaldırarak ona duyulan gereksinimi ortadan kaldırma çabası olacaktır.
Olgulara bakışımızı da sorgulayarak farklılaştırabiliriz. Görünür olan, genellikle mevcut sistemin görmemizi istediği görüntüden ibarettir. “Şeytan ayrıntıda gizlidir” sözü ise bu gerçeğin aşılabilmesi için sorgulamanın öneminin vurgulanmasıdır.
•••
Uzun süreli bir ayrılıktan sonra “yeniden merhaba” demek için yazdığım bu yazıda beklentilerinizi bulamadığınızdan eminim. Zor günler yaşayan ülkenin politik tahlili, ne yapmalı sorusuna yaklaşım gibi soruların yanıtlarının olmamasının bir hayal kırıklığı yarattığını görür gibi oluyorum. Ama aklın yolunun tek olmadığını bilerek ve haddimi aşmadan sorgulamayı sürdüreceğim. Ama örneğin Tayyip’i eleştirirken yaptığımız değerlendirmeleri bir gözden geçirsek anlaşılır sığlığımızın ölçüsü. Sık sık duyduğum “bu devlette hiç mi vicdan yok!” sorusundaki naiflik devleti tanımamaktan başka hangi anlama gelebilir ki?
Neyse, yeniden merhaba!