Cenk Ağcabay, Gündem

Faşizm nasıl meşrulaştırılıyor? – Cenk Ağcabay

Geçtiğimiz 23 Mart’ta İtalya’nın pek çok kentinde neo-faşist gruplar Mussolini’nin faşist hareketin kurulduğunu ilan edişinin yüzüncü yıl dönümü nedeniyle sokaklardaydı. Batı basınındaki yorumlar genel olarak İtalya’da ki “popülist” siyasi iktidarın yarattığı atmosferin bu düzeyde bir mobilizasyona yol açtığını vurguluyordu.

Oysa sokakların neo-faşistler tarafından doldurulmasından birkaç gün önce, “ılımlı”, “merkez sağ” olduğu iddia edilen Berlusconi’nin “Forza İtalia” partisinin önde gelen isimlerinden Antonia Tajani katıldığı bir söyleşide Mussolini ile ilgili bir soruyu yanıtlarken, “bazı olumsuz şeylerin yanı sıra, Mussolini ülkemizin altyapısını inşa etmiştir, onun için hiçbir şey yapmadı diyemezsiniz, yollar yaptı, köprüler yaptı, spor tesisleri inşa etti, İtalya’nın birçok kesimini geri aldı” diyordu.  

Tajani’nin bu sözlerine tepkiler gelmekte gecikmedi çünkü Tajani sıradan bir neo-faşist İtalyan militan değil, İtalya’nın ve Avrupa’nın saygın “ana akım” politikacılarından biriydi ve hatta halihazırda görevini sürdürmekte olan Avrupa Parlamentosu’nun Başkanıydı, hani şu dünyaya demokrasi ve özgürlükler tapınağı olarak sunulan ve bazı solcuların bile “taptığı” Avrupa Parlamentosunun…

Tajani’ye faşizmin “normalleştirilmesi”, faşist bir diktatörün “meşrulaştırılması” türünden eleştiriler yöneltildi. Oysa Tajani’nin sözleri ne sadece ona aitti, ne de İtalya’da Mussolini’yi “meşrulaştıran”, faşizmi “normalleştiren” sadece oydu. Tajani’nin sarf ettiği sözlerin benzerlerini başbakanlık yaptığı dönemde Berlusconi defalarca dile getirmiş, Lega adlı neo-faşist eğilimli siyasi oluşum ilk kez Berlusconi’nin kurduğu koalisyon hükümetine katılarak 1994’te hükümet ortağı olmuştu. Hükümet ortağı olmakla da kalmamış; İçişleri, Maliye, Sanayi ve Avrupa İlişkileri gibi önemli bakanlıkların başına bu oluşumun önemli kadroları getirilmişti.

Bir süredir Batı’yı sarsan “popülist” yükselişin ürünü olduğu iddia edilen bugünkü İtalyan hükümetinde Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı olan faşist Matteo Salvini, işte ilk kez Berlusconi’nin iktidara taşıdığı eski Lega’nın yeni lideridir. Yani özünde ne Lega yeni ne de savundukları; bu siyasi oluşumun Mussolini ve faşizm hayranlığı ise oldukça köklü ve güçlü. Savundukları fikirler, Mussolini hayranlıkları da ne İtalya’nın ne de Avrupa’nın merkez siyasetinde uzun yıllardır var olmalarına engel oldu. Salvini ilk kez 2004 yılında Avrupa Parlamentosuna girdi.

Brezilya’nın faşist devlet başkanı Bolsanoro ilk resmi ziyaretini Amerika’ya yapmıştı. İkinci ziyaretini İsrail’e yaptı. Bolsonaro, İsrail’de Soykırım Müzesi’ni İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte ziyaret ettikten sonra yaptığı alçakça açıklamada, “Naziler solcuydu. İsimlerinde Sosyalist kelimesi vardı” dedi. Bolsonaro bunları söylerken yanındaki Netanyahu etrafa gülücükler saçıyordu.

Ne de olsa Netanyahu’da 2015 yılında Kudüs’te düzenlenen 37’nci Dünya Siyonist Kongresi’nde yaptığı konuşmada, “Hitler Yahudileri yok etmek değil sürgün etmek istemişti. Filistin Müftüsü Hacı Emin Hüseyni Berlin’e giderek ona, ‘Yahudileri sürgün edersen hepsi buraya (Filistin’e) gelir” dedi. Hitler, “Peki ne yapayım onlara” diye sordu. Hüseyni “Onları yak” dedi, şeklinde konuşmuştu.

İsrail Başbakanı Hitler’i masumlaştırmaya çalışıyor, Yahudi halkının uğradığı soykırımın sorumlusu olarak Hitler’le işbirliği yapmış bir Filistinli işbirlikçiyi gösteriyordu. Bolsonaro, geçtiğimiz günlerde yeni bir ilke imza attı ve ülkesinde bir CİA inisiyatifiyle 1964 yılında gerçekleşen ve binlerce kişinin katledilmesi, işkenceye uğraması ve hapishanelere kapatılmasına neden olan askeri darbenin yıldönümünün ordu tarafından kutlanması emrini verdi.

1964 ile 1985 arasında Brezilya’da hüküm süren faşizmin kutlanması emri kuşkusuz faşist şefe çok yakışıyor. Kendisi de en az emirleri doğrudan CİA’dan alan cuntacı generaller kadar CİA uşağı. Bu o kadar öyle ki, ABD ziyaretinde uçaktan iner inmez bir başka ilke imza atıp ayağının tozuyla CİA merkezine götürüldü. Bunun da tarihte bir ilk olduğu, daha önce en uşakları da dahil hiçbir devlet başkanının ABD’de ilk durak olarak CİA’yı ziyaret etmediği epeyce yazıldı çizildi.

Bolsonaro İsrail’de İsrail silah sanayi temsilcileriyle toplantılar yaptı. Toplantılar sonrasında yaptığı açıklamalarda, İsrail’le ilişkilerini çok geliştireceklerini, İsrail’den askeri malzeme satın alacaklarını ve güvenlik alanında güçlü bir işbirliğine gideceklerini söyledi.

İsrail’in en başta gelen ihraç ürünleri arasında güvenlik sanayi olarak adlandırılan, silah sistemleri, izleme-dinleme cihaz ve teknolojileri, ayaklanmaları bastırma malzeme ve bilgileri bulunuyor. Brezilya’ya bunları satacaklar. İsrail Filistin halkı üzerinde uyguladığı zalim pasifikasyon politikalarının araç ve bilgilerini sürekli yenileyip geliştiriyor ve bunları ihtiyaç duyan devletlere satıyor. Bu nedenle, örneğin seçimlerde sadece 900 milyon seçmeni bulunan Hindistan gibi dev bir ülke “güvenlik sanayisinde” İsrail’e bağımlı bulunuyor.

Bolsonaro, geçtiğimiz günlerde katıldığı bir programda, “Venezuela’nın yeni bir Küba veya Kuzey Kore olmasına izin veremeyiz” dedi ve Venezuela ordusunu istikrarsızlaştırmak için ABD’yle birlikte çalışma yürüttüklerini açıkladı. Bolsonaro, Venezuela’ya askeri müdahale olasılığı için Ulusal Savunma Konseyi’ne danışacağını söyledi ve askeri müdahalenin Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro’yu devirmesi durumunda ortaya Maduro destekçilerinden oluşan gerilla mücadelesinin çıkabileceğini sözlerine ekledi. Bolsonaro’nun açıkça dile getirdiği gibi, İsrail’le gelişecek ilişkiler ve satın alınacak malzemeler sadece Brezilya yoksullarının, emekçilerinin gelişecek devrimci mücadelelerini hedef almayacak, Venezuela ve Küba’ya yönelik emperyalist saldırılarda da kullanılacak, çünkü Bolsonaro’nun efendileri uşaklarına bu görevi verdiler.

Bolsonaro, Salvini, Trump, Guaido, Tayyip Erdoğan birer sapma değil, emperyalist-kapitalizmin öz çocukları. Emperyalist-kapitalizmin içinde debelendiği yapısal kriz bir süre için ustalıkla görünmez kıldığı çocuklarının daha fazla görünür hale gelmesine neden oldu. Yapısal krizin derinleştirdiği yoksulluk, güvencesizlik ve büyük yıkım karşısında emekçilerin kendi gelecekleri için harekete geçme eğiliminin güçlenmesinden duydukları korku egemen sınıfları tüm dünyada faşizme daha fazla alan açmaya yöneltiyor.

Egemen sınıflar faşizme daha fazla alan açarken, onların kontrolündeki ideolojik aygıtlar da faşizmin “normalleştirilmesi”, faşist şeflerin “meşrulaştırılması” yolunda tam gaz çalışıyor. Son yıllarda özellikle Avrupa ve ABD medya ve akademisinde hızla yaygınlaşan “popülizm” teorileri faşizmin meşrulaştırılması yolunda önemli açılımlar sunuyor. Ülkemiz solunda da “Batı takipçiliği” ile tanınan kimi cenahlarda hızla ve coşkuyla kabul görüp yaygın kullanım bulan “popülizm” teorisine göre, mesela Venezüela’da emperyalist bir müdahale yok. Venezüela’da yaşananlar sağ ve sol “popülizm” arasında bir mücadele.

Bu teorinin tanınmış üreticilerinden Batılı Profesör Jan-Werner Müller’in “Popülizm Nedir?” adlı kitabı “Batı takipçisi” sol yayınevlerinden İletişim Yayınları tarafından Türkçeye çevrildi ve yayınlandı. Müller 2016 yılında Amerika’da yayımlanan kitabında, popülist liderler başlığı altında, Avrupalı faşistlerden Trump’a, Tayyip Erdoğan’dan Chavez ve Maduro’ya bulduğu herkesi aynı torbaya dolduruyordu. Nasıl ki diyordu, Chavez “Venezüela’daki bütün kötülükleri ya Venezüela oligarşisine ya da Amerikan emperyalizmine yüklüyorsa”, Tayyip Erdoğan’da tüm kötülükleri “Kemalist kurulu düzenin elitlerine yüklüyor”.  Siyasetin bu tip ahlaki suçlamalarla yapılması Werner’e göre, “popülizm”in en açık göstergelerinden biriydi.

Bu “popülizm” teorisine göre, mesela, Kapital’in en soyut bölümlerinin hemen ardından gelen bölümlerde uzun uzun analiz ettiği çocuk işçiliğinden, plantasyon köleciliğinden, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarından dolayı burjuvaziye en sert ve “ahlaki” suçlamaları yapan Marks da sıkı bir “popülist” oluyor. Aynı teorik mantıkla bakıldığında, Almanya’daki tüm kötülüklerden “Yahudi bankerleri” sorumlu tutan Hitler’le Marks arasında ne kadar mesafe kalır artık varın siz hesap edin.

Geçtiğimiz günlerde bir haberde dünya halklarının baş düşmanı NATO’nun 70. Kuruluş yıldönümü vesilesiyle NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı kapsamında Washington’da ABD Kongresinde düzenlenen oturumda konuşan NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in yaptığı konuşma bir kez daha “popülizm” teorisini aklımıza getirdi.

Stoltenberg, “Özgürlüğün düşmanları var. Onları caydırmamız gerekiyor. Eğer bunu başaramazsak savaşmamız gerekecek. Hitler’i barışçıl protestocularla durdurmak mümkün değildi. Stalin’i sözlerle caydırmak mümkün değildi. IŞİD’i diyalog ile yenmek mümkün olmazdı.” demişti.

Ne diyor bu faşist NATO şefi? Bu faşist şefin büyük ağabeyleri Stalin’i neden caydırmaya çalışmışlardı? Faşizmi ezme onurunu taşıyan Sovyet halkına ve önderi Stalin’e karşı emperyalist efendilerin duydukları derin düşmanlığı herhalde bundan iyi gösterecek sözler zor bulunur. Yakınlarda Suriye halkının başına bela ettikleri IŞİD, geçmişte dünya halklarının başına bela ettikleri Hitler ve büyük kayıplar ve fedakarlıklarla faşizmi ezen Sovyet halkı ve Stalin nasıl böyle yan yana geliyor diye sormayın. Bunda yeni olan bir şey yok. Bu Soğuk Savaş’tan beri emperyalist merkezlerin alet çantasındaki en kullanışlı ideolojik manipülasyon araçlarından birisi. Bu nedenle, bu sözler faşist NATO şefinin ağzına yakışıyor, bundan kuşkumuz yok ama peki kendine sol, sosyalist diyenler nasıl oluyor da aynı nitelikteki “popülizm” teorisini kendi ağızlarına bu kadar kolay yakıştırıyor asıl üzerinde düşünülmesi gereken bu değil mi?

Paylaşın