Yeni Şafak gazetesi, Suriye’de dün yaşanan bir olayı şöyle haberleştirdi: “ABD askerleri, Suriye’nin Haseke bölgesinde kendilerini durduran Beşşar Esed rejimi güçleriyle yaşadıkları arbedede 1 rejim unsurunu öldürdü. ABD unsurları daha sonra bölgeye hava saldırısında bulundu.”
Haberin altında, bu habere ilişkin bir video bulunuyordu. Video, Haseke’nin doğusunda Hirbet Amo köyünde bulunan ABD askerleri ile köy halkı arasında yaşananların görüntülerini içeriyor. Olayın gerçekleştiği köyde yaşayan bir sivil, zırhlı araçların önünde duran ABD’li askerlere “Sizin bizim ülkemizde ne işiniz var? Niye buradasınız? Ülkemizden ne istiyorsunuz?” sözleriyle tepki gösteriyordu. Etrafındaki köylüler de Amerikan askerleriyle tartışıyordu.
Haseke’nin bir köyünde yaşanan bu olaylar sırasında 14 yaşında bir Suriyeli ABD askerleri tarafından öldürüldü. Konuya ilişkin bir açıklama yayınlayan ABD öncülüğündeki koalisyonun sözcüsü, Haseke yakınlarındaki bir devriyede, bir kontrol noktasının “Suriye rejimi yanlısı güçler tarafından işgal edildiğinin” görüldüğünü, bunun üzerine askerlerin işgalcilere uyarı anonsları yaptıklarını, bu sırada askerlere hafif silahlarla saldırı düzenlendiğini, onların da kendilerini savunduklarını ileri sürdü.
Yeni Şafak ile ABD komutanının söylemlerindeki ortaklık çok çarpıcı.
Söylemdeki ortaklık; Suriye “rejim güçleri” ya da Suriye “rejim yanlısı güçler”, “rejim unsuru”, “işgalci” gibi ifadelerde sembolize oluyor.
Suriye Ordusu ve müttefiklerinin İdlib’i özgürleştirme operasyonları zemin kazandıkça, artık sadece Suriye hükümetinin askeri güçleri değil, o topraklar da yaşayan halk da “işgalci” olarak sunulmaya başladı. Çin’den, Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanından Amerika’nın, Körfez Krallıklarının, İsrail’in, Türkiye’nin çıkarları uğruna “Cihat” için gelen çeteler öz be öz Suriye evlatları olurken, o toprakların insanları “işgalci” olarak ilan ediliyor.
İdlib’de gerginliğin yükselip Türkiye ve Suriye arasında sıcak çatışmalara dönüştüğü saatlerde Türkiye’ye gelen ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey yetkililerle yaptığı görüşmelerin ardından basına konuştu. Jeffrey’e göre de, “Türk askeri İdlib’de kendini savunma hakkına sahip. Türkiye’nin rejim güçlerine karşılık vermesini anlıyoruz. NATO müttefiki olarak nasıl yardımcı olabileceğimizi araştırıyoruz. Bu konuda istihbarat paylaşımı olsun, ekipman transferleri de son derece önemli. Bunlar da iyi çalışmaya devam ediyor.”
Jeffrey Aralık 2018’de Trump’ın Suriye ve Afganistan’dan asker çekme açıklamalarından sonra yaşanan büyük tartışmalar sırasında yaptığı bir açıklamada, Suriye konusunda “artık Astana’nın ipini çekme zamanı geldi” demişti. Onun bu sözlerinin ardından geçen zaman içinde yaşanılanlara kaba bir bakış, Astana’nın fişinin büyük ölçüde çekilmiş olduğunu gösteriyor.
Sonuçları yeni yayınlanan bir açıklamaya göre, BP, Shell, Chevron ve Exxon adındaki dört Batı merkezli enerji tekeli şirket son 30 yılda 2 trilyon Dolar kar elde etmiştir. Araştırmayı yürüten kurum bir sosyalist hareket ya da “işgalci” bir hükümet değil, Batılı bir araştırma kurumudur, projenin adı “Analysis for the Guardian by Taxpayers for Common Sense” olarak verilmiştir. Araştırma sonuçlarına ilişkin haberi İngiltere’nin Guardian gazetesi yayınlamıştır. Haber, “Revealed: big oil’s profits since 1990 total nearly $2tn” başlığını taşımaktadır.
Haberde sunulan araştırma verilerini yorumlayan bir enerji uzmanı, verilerin “bir kaç şirketin nasıl olağanüstü zenginlik elde edebildiğini” gösterdiğini belirtmektedir. Doğrudur, emperyalist enerji şirketleri uzun zamandır olağanüstü karlar elde etmektedir. Haberin sunuluşu ve ortaya konulan veriler, esas olarak bu şirketlerin faaliyetleri sonucunda milyarlarca doları cebe atarken, yürüttükleri faaliyetler sırasında herhangi bir “çevre sorumluluğu” duymamalarına ilişkindir.
Kuşkusuz ki emperyalist şirketlerden “çevre sorumluluğu” beklemek ölü gözden yaş ummaktan başka bir anlam taşımaz. Bu tip bir arayış ancak, Guardian tipi sahte “temiz” kapitalizm yanlılarının fantezisi olabilir. Elde edilen karlar büyüktür ve bugünkü Ortadoğu tablosuna dair çok şey anlatmaktadır.
Osmanlı devleti sınırları içinde yer alan Bağdat şehri Birinci Emperyalist paylaşım Savaşı’nda 11 Mart 1917 günü İngiliz kuvvetleri tarafından ele geçirildi. Bağdat’ı ele geçiren İngiliz Ordusunun başında General Maude vardı. Maude ele geçirdiği şehre girmezden önce bir bildiri yazmış ve Arapçaya çevirtmişti. Şehre girişinde bu bildiri okundu ve daha sonra yaygın olarak dağıtıldı.
Maude’nin bildirisinde, İngiliz güçlerinin Bağdat’a “Bağdat halkını özgürleştirmek için” geldiği vurgulanıyor, İngiliz güçlerinin hedefinin “Osmanlı tiranlığı altında asırlarca ezilen Arap ırkını yeniden canlandırmak” olduğu belirtiliyordu. İngilizler Irak’ta bir sömürge yönetimi kurdular. Sömürge yönetimine karşı Irak halkında hoşnutsuzluk büyüyordu. Irak halkının büyüyen hoşnutsuzluğu 1919 yazında, merkezi Bağdat olan büyük bir isyana dönüştü. İngiliz ordusu Irak halkını hava bombardımanları ve top atışlarıyla “özgürleştiriyor”, Arap ırkını zehirli gazlarla “canlandırıyordu”.
İngiltere’deki hükümet kabinesi Irak İsyanı gündemiyle toplandığında, isyancı Irak halkının üzerine yağdırılacak zehirli gaz içeren bombalar tartışma konusu oldu. Dönemin İngiltere Sömürgeler Bakanı Winston Churchill söz aldı ve “Bu uygarlaşmamış aşiretlere karşı kimyasal gaz kullanılmasını kesinlikle savunuyorum” dedi. Kimyasal bombaların kullanımı konusunda kafası karışık olan kabine arkadaşlarını “aşırı titizlikleri” nedeniyle eleştirdi.
Kimyasal silahlar Iraklı isyancılara karşı yaygın olarak kullanıldı. Churchill aynı dönemde bir başka yerde de kimyasal silah kullanımında ısrarcı olmuştu. Churchill’in ısrarıyla 1919 yazında kimyasal silah kullanılan diğer yer Kuzey Rusya idi. Kızıl Ordu’ya karşı savaşan karşı-devrimci güçler İngiltere, Fransa, ABD tarafından güçlü bir şekilde destekleniyor, eğitilip donatılıyordu. Karşı-devrimci güçlerin ciddi gerilemeler yaşadığı noktalarda bu örnekte olduğu gibi doğrudan emperyalist güçlerin uçakları devreye giriyordu.
Aynı dönem kimyasal silah saldırısına maruz kalan iki ülkenin konumları, aynı zamanda enternasyonal işçi sınıfıyla, ezilen halkların kader ortaklığının da canlı bir sembolüne dönüşmüştü. Kuzey Rusya’da savaşan Kızıl Ordu mensupları ve Sovyet yönetimi de emperyalist merkezler tarafından “işgalci” olarak tanımlanıyordu.
2003 baharında Irak’a yönelik Anglo-Amerikan istilası sonrasında İngiliz güçlerinin ilk yaptıkları işlerden birisi, General Maude’nin gösterişli bir heykelini Bağdat’ın ortasına dikmek oldu. Tarih, toplumsal ve siyasal mücadelelerin sertleştiği ve yükseldiği her evrede canlı, yaşayan bir gerçek haline gelir. Asla uzak geçmişte kalmış bir şey değildir.
Irak’taki Sömürge yönetimine karşı 1919 yazında patlayan büyük isyan, Şii, Sünni, Kürt tüm Iraklıları yan yana getirmişti. Churchill, o dönem Irak’ı yöneten İngiliz General Wilson’a çok kızgındı. Kızgınlığının nedenini açıklarken, Wilson’ın kötü yönetiminin “uzun bir geçmişe dayanan farklılıklara sahip Sünni, Şii ve Kürtleri birleştirdiğini” ifade etmişti. İngiliz sömürge yönetimi Irak’ta bu farklılıkları çatışma unsuruna dönüştürerek kendi varlığını güvenceye almayı tasarlamış, Wilson bunu başaramamıştı.
İdlib’de yaşananlar, Ortadoğu’daki büyük savaşın yeni bir evresinin başlangıç noktası olma potansiyeline sahiptir. Anlaşıldığı kadarıyla, Tayyip Erdoğan önderliğindeki siyasi merkez kendi iktidarının devamlılığını emperyalizmin Suriye’deki kılıcı olarak sağlamlaştırabileceği kanaatine ulaşmış ve Astana’nın ipini çekmiştir.
Türkiye’nin önümüzdeki günlerde bir savaş atmosferi içine çekilmesi olasılığı yükselmektedir. Birinci Emperyalist paylaşım Savaşı patladığında, dönemin sosyalist hareketi savaşa karşı tutum konusunda bölündü. Sosyalistlerin çoğunluğu savaşın kötülüklerini anlatırken, bir yandan da kendi ülkelerinin bir savunma savaşı yürüttüğünü iddia ederek sosyal-şovenizme savruldular.
Lenin önderliğindeki Bolşevikler savaşın emperyalist karakterine vurgu yaptı, savaşın kötülüklerini teşhir etmenin yeterli olamayacağını belirtti; savaşın yarattığı büyük yıkım ve kıyımı bir proleter ayaklanmanın dayanak noktası kılmaya yönelik taktikleri öne çıkarttı.
Savaşlar kötüdür, halklara sadece daha fazla kan ve gözyaşı getirirler; ancak halkların emperyalist-kapitalizmin zincirlerini kırması için gerekli siyasal ve toplumsal koşullarda pek çok kez savaşların yıkıntılarının altından çıkmıştır. Sosyalistlerin hiç gözden kaçırmaması gereken bir asli unsurdur bu gerçeklik.
Türkiye’de giderek daha fazla hissedilen ekonomik kriz, kuşkusuz iktidarın savaş yönelimini besliyor, savaşı, etkisi giderek artan krize karşı bir çıkış yolu olarak görüyorlar. Olası bir Suriye savaşı halklarımız için kuşkusuz büyük tehlikeler içeriyor; bu nedenle sosyalistler Bolşevik geçmişimizden miras “savaşa karşı savaş” sloganını, yine aynı Bolşevik geçmişimizin mirası, tüm savaşların kaynağı ve nedeni olan “emperyalist kapitalizme karşı savaş” sloganıyla birleştirmenin siyasal yollarını bulmakla görevlidir. Büyük Ekim Devrimi, bu görevi yerine getiren siyasal partinin damgasını taşımıştır.
